Roma Tarihi'nde Kölelik



Kölelik, eski çağlardan XIX. yüzyıla(1833'te İngiltere, 1848'de Fransa sömürgelerinde, 1865'te ABD'de ondan birkaç sene önce de Türkiye'de yasak edildi) kadar devam etmiştir. Hatta eski çağlarda göçebe kavimler hariç kölesi olmayan bir toplum olduğunu düşünmek çok güçtü. Kölelerin durumundan yakınanlar olmasına karşın köleliliğin kaldırılabilir eğimi düşünen olmamıştı. Ne Aristo ne Platon ideal devletlerinde köleliliğin olmadığını düşünmemişlerdir. Roma'da filozoflar (bknz.Seneca) kölelerin durumundan yakınırdı. Seneca bir mektubunda şöyle yazar:
"Köle diye çağırdığın insanın seninle aynı tohumdan geldiğini, aynı gün ışığının tadını çıkardığını, senin gibi soluk aldığını, senin gibi yaşadığını, senin gibi öldüğünü unutmazsan eğer, onun seni bir köle olarak tasavvur edebildiği gibi, sen de kolaylıkla onun özgür bir insan olduğunu düşünebilirsin."

Kölelere yapılan aykırı muameleler de bazı hukukçular bakımından hakkın kötüye kullanımı olarak düşünülmüştür(bknz. Gaius). M.S. I. yüzyılda İmparator Claudius hastalığı ve ihtiyarlığı sebebiyle terk edilmiş köleleri hür ilan etmisti.

İus Gentium, insanları hürler(liberi) ve köleler(servi) olmak üzere ikiye ayırır. Hürler ise hür doğanlar(ingenui) ve azat edilmiş olanlar(libertini) diye ikiye ayrılmaktaydı. Hürler hak ehliyetlerine sahip olmalarına rağmen azat edilmiş olanlara yine kısıtlamalar uygulanırdı. Meselâ azat olmuşlar magistra seçilemezdi. Seçme haklarında da sınırlama mevcuttu. 

Bir köle sahibi kölesini magistratın önünde okuduğu bildiriyle yahut kendi koyduğu koşullarda serbest bırakabilirdi. Diğer bir seçenek olarak tazminat parası olarak biriktirdiğini sahibine önermesi ve sahibinin de bunu kabul etmesiyle kölenin özgürlüğünü satın alabilmesi vardı. Ne var ki, köle sahibinin kendi isteğiyle azat edebileceği köle sayısı Augustus tarafından konulan bir yasayla sınırlandırıldı. Otuz ila yüz kölesi olan biri kölelerinin dörtte birinden fazlasını serbest bırakamazdı, yüzün üzerinde kölesi olansa bunların sadece beşte birini azat edebilirdi. Augustus tarafından koyulan bu kanun imparator İustinianus tarafından kaldırıldı.

Azat edilme kölelerin küçük bir azınlığına özgürlük getirdi. Sahibi hayattayken azat edilen köleler kaçınılmaz olarak onun saygısını kazananlar arasından seçilirdi. Cicero’nun azatlı kölesi Tiro, eski sahibinin içten sevgisini kazanmıştı. Azatlı köle, evlenmek için eş seçiminde (azat edilen erkek ve kadın kölelerin aralarında yapılan evlilikler yaygındı) ve servetini bırakabilme usulünde süregiden bazı sınırlamalara tâbiydi. Fakat onun çocukları herhangi bir yurttaşın bütün haklarına sahipti.

Azatlı kölelerin pek çoğu önceki sahipleriyle bağlarını koparmazdı. Çoğunlukla tüccar ve zanaatkar olarak kentlerde sürdürdükleri yeni yaşamlarında onlardan destek alırlar hatta onların aile mezarlıklarına gömülürlerdi. Azatlı kölelerin eski sahipleri, bunun karşılığında ve sadece tam bir sadakat beklerdi. Bu durum Claudius gibi imparatorların neden çok sayıda azatlı köle kullandığını açıklar. Bununla birlikte geleneksel Romalılar azatlı kölenin varlıklı bir konuma yükselmesini korkuyla izlediler. Petronius’un Satiricon’undaki Trimalchio tiplemesi, edebiyattan seçilmiş klasik bir örnektir. Yedi yüzyıl önce Theognis tarafından telaffuz edilen ve ne ölçüde olursa olsun zenginliğin soyluluk yaratamayacağına ilişkin iddialar, bu bağlamda yeniden ortaya çıkar. Seneca Calvisius Sabinus adındaki birinden, “Servete ve azatlı bir kölenin ruhuna sahipti” diye bahseder.

Azat etme yolları ise çeşitliydi. Praetor önünde değnekle yapılan azat etme, kilisede azat etme, sayım sırasında azat etme gibi. Bir kölenin azat edilme sebepleri ise yaptığı büyük hizmetlere karşılık ödüllendirme gibi.

Kölelerin Roma toplumu içindeki değeri zaman içinde değişmektedir. Roma daha küçük bir şehir devleti iken az sayıda köle var idi. Ayrıca değerli varlık statüsündeydi. Köle sahibi olmak zenginliğin bir ölçütü olarak görülürdü. Bu devirdeki köleler, ailenin evlâdından farklı bir muameleye tâbi tutulmazdı. Alieni Iurus olarak Roma aile sofrasına ve dinî törenlere katılabilirlerdi. 

M.Ö. III. yüzyıl ve sonrasında genişlemeye başlayan Roma'ya birçok yerden kitleler olarak köle akıyordu. Yunanistan gibi yerlerden gelen köleler idareci, muhasebeci, öğretmen, kâtip gibi işler yapabilirdi. Diğer yerlerden gelenler ise madenlerde, gemilerde ve latifundia denilen çiftliklerde çalışırdı. Roma bir köle toplumu değildi. Yani varlığını sürdürebilmek için ekonominin köleliğe bağlı olduğu anlamda bir köle toplumu değildi. 

Köle sahiplerinin yararına birikmiş olan sosyal ve ekonomik kazançlar, onların insan kaynaklarını ve mülklerini, sahip oldukları ve neredeyse sınırsız derecedeki kontrol etme ve zorlama yeteneklerinin sonucunda elde edilmişti. Bu ölçüdeki bir denetim, gıda temininde sağladığı her tür rahatlıkla sadece yaşamı kolaylaştırmakla kalmıyor, aynı zamanda köle/mal-mülk sahibinin özgürlüğünü pekiştiriyor ve dolayısıyla onu toplumsal açıdan daha saygın bir birey haline getiriyordu.

Kölelik sadece savaş esirliği veya köle aileden gelme ile olmuyordu. Borcunu ödemeyen kişi, kendini köle gibi sattırdıktan sonra hür olduğunu iddia eden kişi (20 yaşından büyük ise) de köle olurdu. 52 senesinde çıkarılan Senatus Consultum Claudianum'a göre efendisi yasakladığı halde köle ile cinsel ilişkiye giren hür kadın hürriyetini kaybederdi.

Kölenin bir mal ve insan olmasının yarattığı çelişki, klasik hukuk döneminde kendini göstermiştir. Nitekim Roma'nın egemen fel- 
sefe akımı Stoacılığın etkisinde kalan Klasik hukukçular, her ne kadar 
kölenin hukuken bir kişiliğe sahip olmadığını kabul etseler de fiziksel olarak bir insan olduğunu reddetmemekteydiler. Köleliğin bir doğal hukuk kurumu olduğu; bir başka deyişle bazı insanların köle olarak doğdukları  
yönündeki Aristocu düşünceye Romalılarda rastlamak mümkün değildir. Aksine klasik hukukçular, her insanın doğanın yasalarına göre doğuştan eşit olduğu köleliğin ise evrensel hukukun tüm insanlara dayattığı fiilî bir olgu olduğunu kabul etmekteydiler. Nitekim IV. yüzyılın sonunda yaşamış olan Romalı hukukçu Florentinus, köleliğin, birinin doğaya aykırı olarak bir başkasının hâkimiyetine tâbi kılındığı bir ius gentium kurumu olduğunu belirtmiştir. Kölelerin de insan olduğunu gözden uzak tutmayan Roma, kölenin faaliyetleri, zaman içinde efendisinin durumu, terk edilmesi gibi olaylar Roma hukukunda ve hukukçuları tarafından incelenmiştir. Gaius kölelerin hukukî durumunun insanlara özgü hukuk olarak tercüme edilebilecek olan ius quod ad personas pertinet adlı bölümde incelemiştir.

Burada kölelere uygulanan kötü muamelelerden de söz etmek gerek. Burada hatırlatılması gereken konu Spartaküs ve köle ayaklanmasının insanlar üzerinde derin tesir bıraktığıdır. 

Herahngi bir köle efendisini öldürünce aynı ev halkından tüm kölelerin topyekûn idam edilmesi geleneği, köle isyanlarından oluşan korkunun derinliğini ve bu sorunun üstesinden gelebilmek için teröre başvurmanın ne denli yaygın bir araç olduğunu gösterir. Keza zor durumdaki efendisine yardım etmeyen, efendi intihar ederek ölmüş bile olsa, onu intihardan vazgeçiremeyen köleleri de aynı son beklemekte idi. Duruşmaların birinde Cicero, Sassia adındaki bir sahibenin, kendi üvey babasının katlinden bir köleyi nasıl sorumlu tuttuğunu anlatır. Köleye, âdet olduğu üzere ve tanıkların önünde, gerçeği söylemesi için ağır işkence yapılır. Gereken itiraf gelmeyince Sassia işkencecilere öylesine artırır ki, sonunda tanıklar bu zulme daha fazla tahammül edemez ve Sassia’yı bu işten vazgeçirmek zorunda kalır. Bergamalı ünlü hekim Galenus, de Animi Morbis (Ruhun Hastalığı Üzerine) adlı yapıtında köleleri yumruklama, dişlerini kırma ve gözlerini oyma yöntemlerini ayrıntılarıyla anlatır. Yapıtında kölelerin asla elle dövülmemesi gerektiğini ve bunun yerine kamçı kullanılmasını öğütler. Çünkü efendinin eli bu cezalandırma sırasında incinebilir. Tarım ürünleri uzmanı Columella’nın yazılarında kölelere doğuştan hilekâr muamelesi yapılır ve sürekli denetim altında tutulmaları gerektiği anlatılır. Columella satır aralarında kısaca, çalışırlarken köleleri birbirlerine zincirleme ve geceleri hapishaneye kapama uygulamalarından bahseder. Hiçbir zaman, efendisi ile aynı evde kalan köle için, şiddetten, kötü muameleden ve cinsel tacizden korunma garantisi yoktu.

İmparatorluk döneminden önce, bir mal olarak kabul edilen köle üzerindeki mülkiyet hakkına ilişkin herhangi bir yasal sınırlama mevcut değildi. Buna karşın efendinin köle üzerindeki hâkimiyetinin sınırını örf ve âdetler oluştururdu. Örf ve âdetlerin koruyucusu censor'un  
denetimi, köleye kötü muamelenin önüne geçmek için yetersiz kalmaktaydı. 

İmparatorluk döneminde kölenin sosyal durumunun oldukça ağırlaşması üzerine, hukukî düzenlemelerle köle mülkiyetini sınırlama eğilimi ortaya çıkmıştır. Augustus'tan Iustinianus'a kadar birçok imparator çeşitli emirnamelerinde, efendini sahip olduğu yetkilerin sınırlarını çizmiştir. M.S. 20’de çıkarılan lex Petronia ile efendilerin köleleri cezalandırmak amacıyla vahşi hayvanlara parçalattırması, ateşe atılması yasaklandı. İmparator Titus Flavius Domitianus ise Romalı kadınların cinsel zevklerini tatmin ederken hamile kalma riskini ortadan kaldırmak amacıyla genç erkek kölelerin hadım edilmesi uygulamasını yasakladı.  İkinci yüzyılda Antoninus döneminde, efendinin köle üzerindeki ölüm dirim hakkı sınırlanmış, kölesini nedensiz yere öldüren efendinin ölüm yahut sürgün cezasına çarptırılması öngörülmüştür. Yine aynı imparator tarafından, kölelere hakkaniyetin öngördüğünden daha ağır muamelelerde bulunmak yasaklanmış; talihsiz kölelerin bir başkasına devredilmesine ilişkin bir sözleşme zorunluluğu düzenlenmiştir. Nero'dan itibaren zulme uğrayan köleye magistra'ya başvuru hakkı tanınmıştır. Constantinus ise kasten köle öldürmeyi ilk kez açıkça insan öldürme suçu olarak adlandırmıştır. Sınırlamalara aykırılık halinde, görüldüğü gibi, sözleşme zorunluluğundan sürgün veya ölüm cezasına kadar geniş bir yelpazede çeşitli yaptırımlar uygulanırdı. 

Romalılar, birtakım sınırlamaların bulunduğu İmparatorluk döneminde bile köle mülkiyetinin sınırsız olduğunu savunmuşlardır. Efendinin hâkimiyetinin mükemmel olması gerektiği, Ulpianus gibi hukukçular tarafından belirtilmiştir. Bu bakımdan köle mülkiyetinin  sınırlanması, bu hukuk sistematiğine aykırı bir durum oluşturmuştur. Zira kamu gücü tarafından yetkinin sınırlanması durumunda mülkiyet hakkının mükemmel olmasından söz edilemez. Bu durum, doğal hukuk anlayışının barındırdığı çelişkileri yansıtmaktadır. Stoacılar, bir taraftan kölenin de fiziksel insan olduğunu kabul ederken, diğer taraftan onun hukuken bir mal statüsüne mahkûm eden mülkiyet hakkına kutsallık atfediyorlardı. Dolayısıyla sınırlamalar aracılığıyla kölenin kişiliği tanınıp korunsa da köleye hak ehliyeti tanınmamıştır. Stoacılığın ve Hristiyanlığın kölenin hukukî durumunu iyileştirdiği ve kişiliğini tanıdığı sıkça savunulsa bile kamu gücünü köle mülkiyetini sınırlandırmaya iten, Ulpianus ve Constantinus'un belirttikleri gibi, köle sınıfının artan hoşnutsuzluğu sonucu patlak veren ayaklanmalarıydı.

Yorumlar